7 Nisan 2011 Perşembe

Viyana Kuşatması:))


Kanı deli olan her Erasmus öğrencisi gibi sürekli bir arayış içindeyim. Hazır sınırdan çıkmışken suyunu çıkartana kadar kullanmak istiyorum. Gerçi geçen sene 1 aylık Almanya maceram daha başarılıydı bu yönden( her hafta sonu başka bi’şehre gitmiştim).  Şimdi süre uzun, rahatım. Birinci ayımı doldurduğum günlerde içimdeki W.A.Mozart uyanıyor ve neden Viyana’ya gelmiyorsun diyor:) 1 Nisan Cuma günü bu düşünceler içinde kimleri kandırabilirim diye okula geçiyorum. Her türlü organizasyonun değişmez adamı, buradaki ikinci dönemini okuyan Barhan zaten favori. Bilal’e soruyorum, ıkınıyor sıkılıyor biraz ama kabul ediyor. Sıra Kata’da. Finlandiyalı, biraz asabi, pek sağı solu belli değil, sinsi gibi yanaşıp onu da kandırıyorum:) O esnada ne ile gitsek falan derken, benim daha önceden tanımadığım Dave(İrlandalı) sohbete konuk oluyor ve onu da alıyoruz aramıza, VOLTRON VOLTRON VOLTRON diye bağırarak otobüs garajına gidiyoruz. Bu arada favorim Barhan, hafta sonu arkadaşlarının geleceğini söyleyerek hınzır bi’şekilde kaçıyor aramızdan:S
Prag-Viyana, 350 km, otobüsle ortalama 3 buçuk-4 saat. Otobüs firması (eurolines) gidiş dönüş bilet için kişi başı 890 kron (Yaklaşık 85 TL) istiyor. Fiyat ilk başta yüksek geliyor diğer firmalara soruyoruz( AŞTİ yada Esenler gibi yüzlerce firma yok burada, birlerce firma var). Diğer firmalarda neredeyse tek yön fiyatları bu düzeyde. Bu arada Kata, trenle gitmek istediğini söylüyor, Merkez Gar’a gidiyoruz. Gitmeden uyarıyorum, tren her zaman otobüsten daha pahalıdır diye ama nafile. O esnada sakallarımın yeni yeni uzamaya başladığı düşünülürse, sözümün dinlenmemesi bana acı vermiyor. Düşündüğüm gibi tren daha pahalı ve daha uzun bi yolculuk( tek yön 1000 kron, yaklaşık 5 saat). Kös kös geri garaja dönüyoruz. Bu esnada, Dünya Obsesyon Sahibi Kişiler Derneği Başkanı Bilal:” ya o biletlerde satıldıysa” diyerek içimize kurt düşürüyor. Neyse ki biletler satılmamış ve ilk başta belirttiğim fiyattan; 2 Nisan sabah 08:00 Prag-Viyana, 3 Nisan akşam 6:00 Viyana-Prag biletlerimizi alıyoruz. O kadar koşturmadan sonra bünyeler yorgun ama Bilal ve Dave ölmek üzere çünkü ikisi de önceki gece uyumamış. Çok susadığımı hissediyorum ve benim bu şehirdeki favori mekanım Jazz Republic’e sadece 3 metro durağı mesafede olduğumu farkediyorum. Allem edip kallem edip onları birer bira içmeye ikna ediyorum tam metrodan inerken Kata satıyor, ben eve gideceğim diyor(kendi bilir). 3 erkek birer biranın sonuna gelirken, Bilal yavaştan toplanmaya başlıyor. Dave’i kesiyorum, hiç öyle bi hali yok. İkinciyi içer misin diyorum, ben İrlandalıyım, esas sen içer misin diyor:p Bilal birasını bitirip çıkarken biz ilk biraların ruhuna 5 derece alkol okuyoruz:p Hatta ikinciler neredeyse yarılanmış. Bu esnada saat 17:00 civarı. Akşam 20:00’de Namesti Miru durağında buluşulup gidilecek bi öğrenci yurdu partisi var. Benim amacım Dave’i o zamana kadar tutmak. Eve gidip geri çıkmak gözümde çok büyüyor. “Üçüncü” biralarımızı içerken Dave, enerjisinin geldiğini ve partiye geleceğini söylüyor. Süper haber çünkü gideceğim yer konusunda en ufak bi’fikrim yok.
Melis(Gürcü, esas ismi Mako ama ben Melis diyorum, Melis BİRKAN’ın aynısı) ile daha önceden antlaştığımız tramvay durağında buluşuyoruz. Maalesef kendisinin de bir fikri yok nereye gittiğimiz konusunda. Melis, Noemi, Dave ve ben Andel yönüne giden ilk tramvaya binip Andel’e geçiyoruz. Ee geldik Andel’e ama esas sorun buradan sonrası.  Telefonlar, mesajlar derken 191 no’lu otobüsün direkt yurda gittiğini öğreniyoruz. Partide tüketeceğimiz likitlerimizi yakındaki marketten tamamlıyoruz, 5 dk’lık bekleyişten sonra 191 geliyor ve neredeyse Slovakya sınırına kadar süren 12 duraklık, orman manzaralı bi yolculuktan sonra yurda varıyoruz. 50 tane bina var hangisi derken, ellerinde likit poşetleri olan diğer gençleri takip etmenin mantıklı olduğunu söylüyorum. Hakikaten de direkt partinin olduğu kata ulaşıyoruz.
Yurt binası daha önceden Nazilerin toplama kampıymış galiba. Almanya’da yurtta kalmıştım ama nerede orası, nerede burası. Bina dökülüyor, içi Avşa Adası’ndaki(:p) eski apartmanlar gibi kokuyor. Bizim için sorun değil, kalmaya gelmedik sonuçta. Reha diye bir çocuğun vedası ve Fabio’nun doğum günüymüş o gün.
(-Bilgisayara yüklenmiş fake DJ programı başında, gerçek DJ’den daha cool görünmeye çalışırken, gözümde giderek Çubuklu Yaşar’a dönen adam: sevmedim seni, müziklerini de:p - )
Bugüne kadar katıldığım partiler bizim okul (MUP) eksenli olduğundan, hiç bu kadar apaçi tipi bi’arada görmemiştim. Yurdun bir katı, bir koridoru( neredeyse 150 metre) komple parti mekanı haline gelmiş. Bu arada demin söylemeyi unuttum, partinin esas başlangıç noktası kat mutfağı ama mutfakta buzdolabı yok:( İlk biram bittiğinde saatler 22:00’yi gösteriyordu. Dave’i gazlıyorum, çabuk iç gidelim, sabah uyanamayacaksın diye, ok diyor ama hala tin tin içiyor. Aynı anlarda mutfak dışında yeni bir parti oluşumu gözüme çarpıyor. “Hababam Sınıfı Prag’da” filmi afişi gibi, bütün Türkler mutfağın yanındaki kat merdivenindeler. Sağlı sollu oturmuşlar, ortaları açık. Kısa sürede burası diğer bütün yerlerden daha popüler oluyor. İkinci biram(kan gibi:() bitiyor, Dave için sorun yok. Pek partilere katılmadığından tadını çıkartmak istiyor. Sesimi çıkartmıyorum, günlerden Cuma, nasılsa gece otobüsü falan vardır diyorum. Bu arada bizim okuldan bayağı bi’kişi akmaya başlıyor. Onlarla havadan sudan konuşurken, ertesi sabah Viyana’ya gideceğimizi söylüyorum bi’kaç kişiye. O arada bi hareketlenme oluyor kendi aralarında, biz de gelsek hareketlenmesi bu. Normalde 4 kişi gidecekken, sayı oluyor 8. Sabah gelin otobüs garajına, bilet bulursanız gidelim diyoruz. Partiden ayrıldığımızda saat 23:30, bizden yarım saat önce ayrılanları durakta görünce, kıs kıs gülüyorum( bu demek oluyor ki, otobüs 5 dk içinde gelecek):p Önce Andel’e varıyoruz. Oradan herkes merkeze ulaşmak için bi’tramvaya biniyor, gidişte son üç durak Lazarska- Vodickova-Vaclavska Namesti. Vaclavska Namesti bildiğin şehir merkezi, aynı zamanda evime giden metronun durağına yakın. Benim oraya gitmem lazım normalde ama saat 24:15. Metro kapanmıştır, gece tramvayı zaten Lazarska’ya da geliyor, diyerek, küçük hesap adamı olarak Lazarska’da iniyorum. Fakat, dünyanın başıma yıkılma anı: Cuma günü gece tramvayı, 01:00 itibariyle başlıyor. Kar ettiğim iki duraklık mesafeyi, burnumdan soluyarak yürüyorum. 24:30 gibi metroya biniyorum ve 01:00’e doğru evimdeyim:) Ertesi sabah 6 buçukta kalkmam gerektiği düşünülürse ultrasonik şanslıyım:p
Normalde ben evimde yalnız kalıyorum. Ama ev sahibimin kilitli bi’odası var. Yılda 3 gün falan geldiklerinde kullanmaları için. Ben parti marti derken, sabah gelen ev sahibimin annesini unutmuşum. Eve hırsız gibi giriyorum. Normalde radyo yada TV açmadan uyuyamayan ben, o gün kulaklıklara tamah ediyorum:p Gece 03:00 ve 05:00’te tuvalete kalkıyor bu kadın:S Sanki bana 01:00-07:00 nöbetçi devriye subayı. Dünyadaki tek prostatlı kadın bence:p Teyzemin son hacetinden sonra uyku falan haram bana, kalkıp gerçek bir Türk gibi yolluk hazırlıyorum. Viyana pahalı şehir sonuçta. Herşeyimi hazırlayıp, 06:50’de evden çıkıyorum. Buluşma saati 07:30, 2 dk rötarla da olsa varıyorum. O da ne, benim orijinal ekip görünmüyor, önceki akşam isterseniz gelin dediğim herkes gelmiş:S Bayağı kalabalık bi güruh var karşımda. Bu arada biri eksik biri eksik derken Dave’in olmadığını farkediyorum. Telefonumda kontör olmadığından başkasına aratıyorum(telefonunda kontör olmayan bir Türk, içinde kontör olan telefonu 250km’den bulur). Dave 07:52 gibi kritik bi’saatte aramıza katılıyor. Kısa bi’süre yola çıkıyoruz. Burada otobüs biletlerinde koltuk numarası yok. Bu sebeple herkes ikili koltukları kendi kişisel kullanımına açıyor. Otübüsün arka yarısı bize ait. Herkes hem cam kenarı hem koridor yani:p 10 dk içinde otoyoldayız. Herkes bu anı bekliyormuş gibi, bi anda uyumaya başlıyor. Bende uyuyum bari deyip kafamı koyuyorum. Tam içim geçerken otobüs önce yavaşlıyor sonra sağa çekiyor. Ana! mola yerindeyiz. Saat daha 09:00. Üstelik bileti alırken görevliye sormuştum, mola varmı diye, non-stop demişti. İyi canıma minnet çünkü kahvaltımı otobüste yapmıştım, sabah sigaramı içememiştim. Güzel bi kahveyle taçlansın bari sigaram:) İlk fotoğraflarımızı burada çekiyoruz. O sırada 34 plakalı bir TIR görüyorum(Ruh hastası gibi çevremdeki bütün arabaların plakasını kontrol etmemden mütevellit). Milli duygularım kabarıyor:) 09:20 yola çıkıyoruz. Yaklaşık bir saat sonra gittiğimiz yola otoyol demeye bin şahit bi yolda ilerliyoruz. Bizim E5’in en ilkel hali gibi. Tek yön gidiş-geliş. Üstelik şoför anne tarafından Türk gibi, koca otobüsle devasa sollamalar yapıyor. 12:00’ye gelirken Viyana otobüs garına iniyoruz. 24 saatlik toplu taşıma biletini 5.80 Euro’ya alıyoruz(Welcome to Vienna:p). Şu ana kadar bahsetmediğim gibi daha önceden de böyle bi sıkıntım olmadı: Kalacak yer ayarlamadık:p Nasıl rahatım bu konuda. Kesin buluruz diyorum, koca Viyana, hiç olmadı 24 saatlik biletimiz var, gece metroda uyuruz:) Otobüs garajının olduğu yerdeki metro U3, Erdberg istasyonu. U1’den U6’ya kadar 6 farklı hat var.  5 duraklık bi yolculuktan sonra şehir merkezi diyebileceğimiz Stephanplatz’a ulaşıyoruz. Sürü halinde Viyana’dayız:p
Ekipte en uyuz olduğum konu, kimse fotoğraftan hoşlanmıyor. Beni tanıyanların da çok iyi bileceği üzere, Japon gibi fotoğraf çekmeye-çektirmeye bayılırım. Ekipten Hannes, birine turist danışma ofisinin yerini soruyor ve oraya doğru kalabalığımızla hareket ediyoruz. O sırada Japon Deniz halen fotoğraf çekiyor:p 10 dk’lık yürüyüşten sonra turist danışma’dayız. Adamlar ürkmesin diye hurra girmiyoruz, Hannes bizim yerimize, haritalar, ipuçları alıyor:) Bulunduğumuz yere 10 dk yürüme mesafesinde bi Hostel olduğunu söyleyince, oo süper diyorum:) Hostel’a ulaşıyoruz, 4 kişilik oda, kişi başı 17 euro/gecelik+kahvaltı. Viyana standartları için bedava. Almanya’da olduğu gibi burada da Cumartesi akşam 6’dan sonra açık bi’yer bulamazsınız diyor Hostel sahibi, üstelik ekibin erkek kısmında kimse şampuan almayı akıl etmemiş. Hostel’ın yakınındaki marketten alacaklarımızı alıp, odalara bırakıp, öyle çıkıyoruz şehir turuna. Acıktık mı? Eveeeeet:) Merkeze doğru yürüdüğümüz cadde pek afilli. Mekanlarda en ucuz salata bile 8 euro civarında. Bu sebeple Hannes’e arka sokaklara girelim deyip rastgele bir sağ sokağa sokuyorum. 200 metre geçmeden şahane bi pizzacı buluyoruz. Bira 3 euro, pizza 6 euro. Bütün gün yürüyoruz, neredeyse 5 saat boyunca. O arada ben fotoğraflarımı çekiyorum, çektiriyorum. Viyana’yı tek cümleyle anlat deseler, “Çok güzel ama çok pahalı” derdim:) Hava kararmış, karınlar acıkmış, hostel’ın yakınlarındaki bir yerde bir porsiyon şnitzel ve bir biraya 14 euro ödeyince şakaklarım hafiften beyazlıyor:p Gerçi hakkını vermem lazım, porsiyonlar öksüz doyuran gibi kocamandı. Yemekten sonra bana kalsa uyuyacağım, ekibin yaş ortalaması 23(benim yüzümden, hepsi 20-21). Bi’yerlere gidelim diyorlar, peki madem anca beraber kanca beraber diye çıkıyoruz yola. Yakınlarda kafamıza göre bir yer yok. 15 dk yürüdükten sonra önünden geçtiğimiz ama kimsenin ilgilenmediği barı gösteriyorum. Herkes bi’çare neden olmasın diye atlıyor. Daha girmeden kararımı vermiştim. Bir bira ve sonra hiç bi’güç beni orada tutamaz. Dediğimi uygulamanın verdiği sevinçle mekandan ayrılıyorum. Hostel’da bir biram daha var, bilgisayarın başına geçip, onu içtiğim sırada diğerleri de dökülüyor, bu sırada saat 03:00.
Ertesi gün 9 buçukta kalkıyorum, kahvaltının bitmesine yarım saat var. Odadakileri kaldırıp, kahvaltıya geçerken, kızların büyük kısmının kahvaltısını bitirip, duşlarını yaptığını görüyorum(sinsiler). Kahvaltı-duş, odalardan ayrılma falan derken saat 11:30 oluyor. 12:00 gibi Schönbrun (Güzel Kuyu) denen, milli park kıvamında devasa bir parka gidiyoruz. Burada yaklaşık 3 saat tükettikten sonra, acıktık merkeze doğru gidelim diyoruz. Merkezde ki fiyatlar coşmuş maalesef. O saat itibariyle herkes zaten planladığı bütçesini çoktan aşmış durumda. Bu sebeple en ucuz ne yiyebiliriz derken LAVANTA Döner Kebap Haus çıkıyor karşımıza. Döner 3 euro, mercimek köftesinin kızartması olan Falafel(bence gayet lezzetli) 3 buçuk euro. Ustayla bayağı bi’Türkçe konuştuktan sonra, 5 kişiye döner gerisine falafel ısmarlıyoruz. Yalnız içeceklerimiz bitmiş durumda. Kola ne kadar diye soruyor Hannes, aldığı 3 euro cevabıyla yıkılıyor oraya:p Pazar günü olduğundan her yer kapalı. Hannes’la bi’umut çıkıyoruz, açık bi’yer buluruz diye. 200 mt içinde küçük bi’market buluyoruz. Su 1.80 euro, kola 2.10 euro. Su alıp çıkarken, Muratti sattıklarını görüyorum, yarime kavuşmuş gibi iki paket Muratti’ye sarılıyorum(Prag’da Muratti yok). Dönerciye yakın şehir merkezinde ki bi parkta yemeklerimiz yiyoruz, sonra üstümüze gelen rehaveti parkın çimlerine yayılarak geçiriyoruz. 40dk’lık bu küçük şekerlemenin ardından hostel’a doğru hareket ediyoruz, eşyalarımızı almak için. Eşyalarımızı alıp, otobüs garajına geldiğimizde saat 17:45, 15 dakikamız var. Önce koltukları belirlemek amacıyla otobüse binmeye çalışırken görevli, Check-In yaptırmamız gerektiğini söylüyor(kendini pilot sana şoför de hiç çekilmiyor). Dediğini yapıp otobüse geçiyoruz, geldiğimiz kadar rahat olmasakta arka kısmın yarısını kapatıyoruz. Mola verecek umuduyla beklemeye başlıyorum ama hezeyan:( Mola yok… 21.30 gibi Prag otobüs garajına girmiş olmamız da zaten otobüs şoförünün nasıl kullandığının en iyi kanıtıdır. Madem erken geldik, madem Prag’dayız, ucuz biranın tadını çıkartalım deyip, son biralarımızı içip evlerimize dağılıyoruz.
Bu arada ev sahibimin annesi teyze gitmiş ama kokusu kalmış. Birinin ona söylemesi lazım. Kadın ölmüş:p Öyle bi’koku yok. Ertesi gün ilk iş evi kırklıyorum:) Başarılı bir Viyana gezisinin ardından organizatör ruhum çalışmaya başlıyor ve “4 gün 4 ülke” sloganıyla yeni bir gezi için çalışmalara başlıyorum. 22 Nisan’dan, 26 Nisan’a kadar okulumuz tatil. Bu aradaki dört günü şu şekilde değerlendirmeyi düşünüyoruz: Budapeşte (Macaristan), Zagreb (Hırvatistan), Bratislava (Slovenya), Graz (Avusturya). Üstelik bu sefer araba kiralayıp, Ankaralı Turgut dinleyerek gezeceğiz:)