30 Mart 2011 Çarşamba

DOLABA KOYDUM SUYU, ATAMADIM GİTTİ ŞU HUYU:P

Yıllar yılı İngilizce eğitim alırken bi’ara Almanca da sokmuşlardı hayatıma. O zaman ilk kez düşünmüştüm, bi çipli bi’şeyler olsa da hemen öğrensem Almanca’yı diye. Fakat olmadı tabi, şu an aynı hisleri Çekçe için yaşıyorum hem de daha yoğun bi şekilde. Niye bu denli kinlendiğimi iki basit örnekle açıklayım; sayı olan dört Çekçe’de ctyri (çiıtıirii gibi okunuyor:S), kıvamında söyleyen içişleri bakanı oluyor:p Dondurma ise tam kabus, sırf bu kelime yüzünden çocuklar doyasıya dondurma bile yiyemiyorlar:p Dondurma: Zmrzlina (valla gördüğünüz gibi okumaya çalışın:p), bunu da söylerseniz master degree’ye ulaşıyorsunuz ve  başbakan olmamanız için hiç bi sebep yok:D  Sadece iki kelimede durum böyleyken, günlük konuşmaları sizin tahayyül yeteneğinize bırakıyorum.
PS: Başlıkta geçen “Huy” tamamen kafiye amaçlıdır, atamadığım huyumu arayıp bulamayanlar  okumayı burada kesebilirler:p
“Mekandan İlk çıkıp, En Son Evine Varmak”  Mutsuzluk: by Dennis :)
Çevremdeki çoğu kişinin bildiği üzere evimde internet bağlantısı, TV gibi medyayı takip edebileceğim teknolojiler yok. Bu sebeple, internete eriştiğim ortamlarda anca mail’lerime falan bakabiliyorum. O günlerde de mail’lerimin içeriğinde maalesef “Yaz Saati” uygulamasıyla ilgili bir uyarı yoktu… Buraya gelmeden önce bi’yerlerden duyduğuma göre artık Yaz-Kış Saati olmayacağı yönündeki asılsız habere de güvendiğim için sorgulamıyordum(Bunu söylediğimde, “Ekinoks olmayacak mı demişlerdi sana” şeklinde süperkulade yorum yapan arkadaşımı kutluyorum:p).
26 Mart, çok sevgili arkadaşım Gülbin’in doğum günü. Barhan önderliğinde sürpriz parti yapmaya karar verdik. Ve hatta yaptık:) Parti bitti başka bi’yere geçelim dediler, nasılsa Cumartesi diye kapattım beynimin mantık şalterini:p Saat 04:00 gibi mekandan ayrıldım. Kafamdaki düşünce, 04:23’teki son gece tramvayına yetişmek:) Oysa o arada şöyle bi’enayilik olmuş, benim saatim 04:00 iken aslında çoktan 05:00 olmuş. Yani ben mekandan ayrılmadan çoktan kaçırmışım gece trenini:p Durakta net bir saat bekledim, ne olur ne olmaz gelir falan diye( Sanki Boğaziçi Köprü geçişinde kaza yapmış Metrobüs’ü bekliyorum:p), sonra sonra saat kaç oldu diye telefonuma baktım. 05:00 falan beklerken 06:10’u gördüm (telefon kendiliğinden ileri almış saati). O an işte Hangover filmiyle keşfettiğim “Kanye West- You Can’t Tell Me Nothing” çalmaya başladı kafamda:) Madem 06:00 olmuş, metro ile gideyim bari dedim, eve geldiğimde saat 06:43’tü:(
Şimdi ben bu sürelere aslında alışığım, İstanbul’da zaten en yakın iki destinasyonu bile en iyi ihtimalle yarım saatte alıyorsun. Ama Prag tarihinde 04:00’de mekandan ayrılıp, evine neredeyse 3 saatte giden bi’adam daha olmamıştır:p Zaten az daha kastırsam, Viyana’ya bile ulaşabilirmişim(Prag-Viyana 3 buçuk saat).
Balo Balo Dediler…
X: Where are you from?
DB: TR, and you?
X: Bla bla bla, will you go to Ball?
DB: Ball?I don’t know…
Abartısız bir şekilde, geldiğim günden bu yana okulda kimle tanışsam örnek muhabbet bu şekilde gidiyor. Adı, yaşı vs. konuşuyoruz, konu bi şekilde bu baloya geliyor. Okulun onuncu kuruluş yılı balosuymuş. Bunların kendi “Pop Star’ının birincisi falan gelecekmiş. Kendi kendime düşünüyorum, ne işim var lan benim baloda. Fransız mürebbiyelerle büyüyüp, doğum günlerimi balo salonu gibi yerlerde kutlamadım ki, bana göre saçma (Beni gerçekten tanıyanlar, şiddetle karşı olduğum bir fikri beklenmedik şekilde kabul etme özelliğimi bilenler – tartışmayı sevmediğimden- yazının bu kısmında benim baloya gittiğimi anlamıştır:p).
Balo için en uygun öğrencilerden biriydim, çünkü ne olur ne olmaz diye yanımda takım elbisem (Ömer’in deyimiyle kokmuş elbise) vardı. Yalnız burada “Yenibosna Gençler Saç Dizayn Merkezi” yok:p Gerçi sorun değil, çünkü “Dizayn” ettirecek kadar saçım yok:p
Balo 29 Mart 19:30’da. İletişimsiz dünyamı komple karartan kontörsüz bir gündü. Bu yüzden okul çıkışı herkese, eğer balo için bi buluşma noktası ayarlanırsa bana mesaj atın yeri saati dedim. Saat 18:00 gibi evimde SU¹ içerken, beklediğim mesaj geldi ama buluşma noktası olarak seçilen Narodni Divadlo Tramvay durağı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ev sahibimin belki de yaptığı tek güzel şey: Kocaman bir Prag haritası bırakmış olması. Açtım haritayı, buldum durağı, kafamda nasıl gideceğimi bile çizdim.. Yada ben çizdim sandım:p Metro’dan indikten sonra kafamdaki rotayı uygulamaya koydum, az gittim, uz gittim nehir kıyısına kadar geldim. İşte zurnanın zırt dediği nokta: Sol tarafa mı, sağa mı gideceğim? Orada bekleyen polise sordum, 17’ye binip bir durak gitmemi söyledi. Teşekkür edip arkamı dönerken bi baktım benim 17 geçiyor. Takım elbiseli, acelesi olan bi’erkek görüntüsünü hiçbirimiz sevmiyoruz ok ama bu benim elimde değildi. Yaklaşık 400 metrelik bir depar attıktan sonra tam durağa ayağımı attığım anda tren gitti:( Bu sırada saat 19:05 yani bi sonraki duraktaki buluşmaya çoktan geç kalmışım (İçime Ömer kaçmış galiba:p, çıkmadan bi sigara daha içelim mantığıdır bunun sebebi) 5 dakika içinde 18 no’lu tramvay görünüyor, aceleyle benim durağa gidiyor mu diye check ediyorum, süper tam aradığım:) Ancak iki durak arası 3 tane trafik lambası var, hepsi de şansıma Kırmızı:p Durağa ulaştığımda saat 19:15:S ortalarda Erasmus’un E’sine dair bile insan yok. Millet toplanmış gitmiş demekki:( Kontörüm de olmadığından arayamıyorum kimseyi, kendi kendime bari Balo salonuna gideyim diyorum. Durakta bekleyen iki kişiye soruyorum, pis pis sırıtıp, bilmiyoruz diyorlar. Sonra farkediyorum bu bebeler de bizim okulda. İçgüdüsel GPS’imi açıp yola koyuluyorum. Tam o sırada şıkır şıkır elbiseli kızlar, damat gibi erkekler güruhunu görüyorum. Katılıyorum aralarına, konuşmadan tanışmadan. Nasılsa bunlar da baloya gidiyordur diye. Tahminlerim gerçekten işe yarıyo ve mekana ulaşıyorum hem de 19:25’te:) İçeriyi bi kontrol ediyorum, kimse yok bizden. Havanın kararmasına yarım saat var, kapıya çıkayım geleni gideni görürüm diyorum:p 15 dakika içinde millet dökülmeye başlıyor. İçeri geçiyoruz, hepimizi alacak bi masa olmadığına karar verip, salon girişi fuaye gibi bi alanda takılıyoruz. Mekan gerçekten çok şık ancak bu balo malo, Erasmus ruhuna uymuyor. Bu sebeple daha fazla dayanamayıp, milleti fişekliyorum, hadi başka yere diye. Aslında okulun Club Lavka’da ayarladığı bi “After Party” var ama o esnada hala kendi içimde referandum yapıyorum, oraya gitsek mi diye:p Yola dökülüyoruz 24:00 gibi. Aldığımız tarife göre sadece 300 metre ilerideymiş. Gel de bunu topuklu giymeye alışık olmadığı halde balo için topuklunun en yükseğini giyen kızlara anlat. Onlara kalsa taksi tutmak en iyi fikir:p Burada askeri altyapımı ortaya koyuyorum ve konvoyumuzun en yavaş hareket edenini en öne alıyorum, böylece hepimiz salına salına, kopma olmadan mekana ulaşıyoruz:) Mekana girdikten bi 3 saat sonra bana uyuzluk geliyor(sarhoşluk değil:p), bir an önce çıkmanın planlarını yapıyorum. Acıkan varmı sorusuyla gönülleri kazansam da sadece Kata ile 24 saat açık bi pizzacıya gidiyoruz. 

Onu evine yolluyorum, meşhur gece tramvayı istasyonuna gidiyorum. O esnada cebimde bilet olmadığını fark ediyorum. Durakta yere oturmuş, önünde sabit bakışlarla bakan kızdan başka kimse yok ortalıkta. Mecbur ona soruyorum, kızın gözleri bi anda parlıyo, kocaman bi gülümseme, koşar adam bi pasaja gidiyor ama maalesef pasaj kapanmış. Bende benim için bu kadar içten davrandı diye, teşekkür ediyorum. Nereli olduğumu sormasıyla yaklaşık 25 dakikalık çok kaliteli bi sohbetin içinde buluyorum kendimi(adını dahi sormadım:p). 51 (Benim gece tramvayım) geliyor, ayrılıyoruz, biniyorum. Yaklaşık 13 duraklık uzun bi yol. Beşinci durak gibi bizim okulun tayfasından, bir Gürcü, bir İtalyan ve bir Amerikalı(fıkra gibi) trene biniyor. Uyumak üzere olan bedenim yeniden şarj oluyor, onlarla 3 durak gidiyorum, sonra ayrılıyorlar ve ben de 20dk sonra evimde oluyorum.
Balo dolayısıyla okul bugün (30.03.2011) tatil. Bu sayede bu kadar uzun ve sıkıcı yazdım:)

SU¹: Annemle biraya yeni taktığımız isim, çünkü gerçek anlamda bira sudan ucuz:) 

23 Mart 2011 Çarşamba

“PRAG’LI OLDUM”, “OLDUM DEMEYLE OLMAZ:P”

Bu haftaki yazımda, buraya gelen tüm turistlerin başına gelebilecek ilginç anektodları paylaşacağım( çoğu çekçe bilmemekten kaynaklı :p)

Reçel (mi acaba?)
İkinci günümde evimin yakınındaki Lidl markete gittim. Evden çıktığım andan markete gidene kadar giderek artan bi reçel aşermesi hasıl oldu o gün bana:S Bünyemi kandırıyorum, tamam birazdan gidip alacağız hanimişte hanimiş diye. Reçellerin olduğu reyona bakıyorum, reyon bana bakmıyor, Çekçe’nin dünya üzerindeki hiçbir dille alakası yok:p Sonunda blackberry yazan kavanozu alıp devam ediyorum alışverişe. Annemin çok iyi bileceği üzere, benim için mükemmel alışveriş “Meyveli Yoğurt”lu olandır:p Bu gazla meyveli yoğurt paketine benzeyen ürünlerin olduğu reyona sert bakışlar attıktan sonra, tercihimi yine blackberry’den yana kullanıyorum.

Kendi kendime de gizli kutlamalar yapıyorum( içimden haleluyaaa sesleri çıkıyor). Alışveriş bitiyor eve geliyorum. Taze ekmeği kesip reçeli açıyorum o da nesi?? Meğer marmelatmış:( Dünya başıma yıkılırken, gaipten bi ses meyveli yoğurdumu hatırlatıyor. Son bi umut ona sarılıyorum: Tanrım bu hayatımın en kötü alışverişi, aynı marmelatın plastık beyaz ambalajı olanı çıkıyor:p Bitiş sahnem: Ağlamaklı bir şekilde boynumu büküyorum, yorganımı üstüme çekip yüzüme el feneri tutarak ağlıyorum:p
PS: Yazara marmelatla yapılacak tarif gönderenler arasında yapılacak çekilişte, bir kişiye bir paket marmelat verilecektir:p

24 Saatlik Bilet Kaç Kere Kullanılır??

Çek Cumhuriyeti’nin öğrencilere yönelik toplu taşıma kartı 19-26 yaş arasını kapsıyor ve görevli kadın çeşitli karışık hesaplamalardan(hesap makinesiyle 2011-1984=27) sonra 27 yaşında olduğumu ortaya çıkardı ve büyük bir yalanla yaşadığımı öğrenip, annemi arayıp höyküre höyküre ağladım:p bu talihsiz durumu ancak içerek unuturum diyerek şehir merkezine gitmeye karar verdim. Bilet makinesinde en azından 25 çeşit bilet var ve hepsi çekçe:S
bu 26 kronluk ve en alttaki mühürden belli olduğu üzere onaylanmış;)

Garanti olsun diye 100 kron’luk en pahalı bileti alıyorum, sonradan öğrendiğime göre 24 saat boyunca geçerli ultrasonik, süperkulade bi biletmiş:) Fakat bileti kullanırken dikkat etmek gereken küçük bir noktayı atlamışım. Bileti sadece ilk kullanımda makineye onaylatmak yeterliymiş oysa  ben günboyu bindiğim bütün taşıtlarda bileti tekrar tekrar onaylattım.
otobüste,metroda her yerde bu bilet onaylama makinelerinden var..

Şehir merkezinde ki işimi bitirip evime dönerken, Mustek istasyonunun değişmezi bilet kontrolörü geldi. İlk bakışta, adam elinde Prag Toplu Taşıma Şirketi logolu bi anahtarlığı uzatınca, “No, thanks” deyip diğer yöne yöneldim, adamın “Tikıta Kontrola(sanırım italyandı:p)” nidasıyla geri döndüm ve meşhur 24 saatlik biletimi verdim. Adam bi bilete bakıyor bi bana. İlk olarak ne zaman kullandın dedin, bu sabah dedim. Yanlış kullanmışsın dedi, sadece bi kere bassan yeterdi, yazılar okunmuyor artık dedi:p Hemen ağlayan turist moduna aldım, kimsesiz, garibim bakışlarımla adamı etkileyip 700 kron cezadan yırttım:)  

15 Mart 2011 Salı

Gittim Prag’ın Köyüne, Özlesem Çoktan Dönerdim Evime:)


Prag’da ki üçüncü haftamın içindeyim. Bu yaşıma kadar günün 24:00’te bittiğine inanan bünyem gerçekten köklü değişiklikler içinde:) Neredeyse her akşam ev partileri ve sonrası club gezmeleri sebebiyle bildiğiniz geç kalkıyorum:) Hatta geçen hafta sabah 10:00’daki dersimi kaçırdım:p
Buradaki parti anlayışı benim finansal hayatıma inanılmaz destek çıkıyor. Ev partisine giderken herkes kendi içeceğini alıyor. Bir de şöyle bi durum var: Ben mesela İstanbul’daki evime aynı anda maksimum 4-5 kişi alıyordum böyle zamanlarda ancak burada benimki kadar eve 60-70 kişi geliyor, ayakta durmaktan gocunmuyorlar:) Marketlerde biranın ortalama 20 kron(1,5TL) olduğu ve benim liseli kız kadar içebilen bünyem düşünülürse partinin maliyeti bana maksimum 80 kron oluyor. Ev safhası genellikle 20:00 gibi başlıyor ve 24:00-24:30 gibi bitiyor. Sonrasında evin çevresinde bulunan club’lara gece tramvayı yada yürüyerek gidiyoruz. Zaten evde kafalar olduğu için gittiğimiz club’da birer bira içiyoruz ayıp olmasın diye:p
Bu hafta etkinlik bakımından oldukça bereketli geçecek gibi. Salı günü hem “Buddy Carnival” hem de “ Nation to Nation-French” party var. Bu Nation to Nation partilerin esas amacı, Erasmus öğrencilerinin kendi ülkelerini tanıtacak sunumlar yapma şansı sunması( genelde pek kimse dinlemiyor ama:p). Çarşamba günü yine bir Nation to Nation parti var, ülkeler: Finlandiya, Güney Kore ve Portekiz. Perşembe günü ise katolikler için oldukça önemli bir gün: Aziz Patrick Günü (St.Patrick’s Day). Aslında İrlandalıların kültürel mirası olan bu gün zaman içinde tüm Hristiyan dünyasına yayılmış. O gün herkesin mümkün olduğunca yeşil giymesi, üç yapraklı yeşil yonca takması (baba, oğul, kutsal ruh adına) gerekiyor. Hatta bazı barlarda “Yeşil Bira” servisi bile yapılıyor.
Yine Perşembe günü, okulumuz MUP’nin düzenlediği güzel bir parti var. Geçen hafta yaptıkları Latino Night gayet başarılıydı:) Aynı gün saat 22:00 gibi St. Patrick Day Flower party var ve gelenlerin ya çiçeklerle yada hippi stiliyle gelmesini istiyorlar( tabi benim gibi 20kg sınırla gelen öğrenciler maalesef çokta istedikleri gibi görünemiyor) :)
Bunlar dışında şimdilik başka bir sıkıntım yok:) Beni izlemeye devam edin;)

7 Mart 2011 Pazartesi

PRAG'da Bitti Bir Hafta;)

PRAG’DA BİR HAFTA
Değerli dostlar bugün itibariyle Prag’da ilk haftamı doldurdum. Gerçi bana daha uzun gibi geldi ama neyse. Ders programım aşağıdaki gibi ve genel olarak tüm Erasmus öğrencilerinin benzer şekilde. 

Böyle olunca tabi, gelsin doğumgünleri gitsin hoşgeldinler, paso parti:) Beni bilenler bilir, gece hayatını pek sevmem(uyku manyağı olmamdan olabilir) ancak kaldığım evde 
alt katta sağdan ikinci kapı;)

TV yada internet olmadığından kısa sürede tek eğlencem oldu bu partiler. Partiler hem vaktin nasıl geçtiğini unutmamı sağlıyor hem de G-8 zirvesi gibi bayağı uluslar arası geçiyor:)
İlk bi’kaç gün; okula git, kös kös eve dön (arada kaybol:p) gerçekten sıkıcıydı. Hatta bi ara benim burada ne işim var, dönsem mi falan dediğimi hatırlıyorum. Fakat sabreden derviş misali, ortak ders aldığımız Erasmus öğrencileriyle kısa sürede umduğumdan sıcak bi şekilde kaynaşınca, dönüş fikrinden vazgeçtim:) Hatta burada öğrenciler birbirlerine ders notu vermiyormuş, bu geleneği bile yıktım.
Bir Klişe Daha Yıkılıyor
Diplomasi dersine hocanın hemen önünde girince, salonun arkalarına oturmak zorunda kaldım:S Hocanın, duyulup duyulmama gibi bi derdi yok zaten. Arka sıralardaki bi öğrenci olduğumdan etrafımdaki pek çok kişi konuşuyordu ve ben hocayı gerçekten zor duyuyordum:( hatta bi ara yeter ulan kesin sesinizi diyesim geldi ama o an bi kızı gördüm, hoca ne dese tıkır tıkır laptop’una yazıyor. Hatta yanımda Kültür Ünv’den Duygu vardı, dedim hacı ben alırım bu kızdan notları, oğlum bunlar not mot vermez dedi. Ders bitti, en sevimli halimle tanıttım kendimi. İlk kez bu derse girdiğimi, arkalarda olduğum için hocayı duyamadığımı söyledim ve mümkünse notlarını bana e-posta ile yollar mısın deyip mail adresimi verdim, kız gayet sevecen bi şekilde kabul etti ve bir klişe daha tarih oldu Avrupa’da:)


İngilizce: Maalesef Ortak Dil:p
Derslerin tümü ingilizce ama hepsi aynı ingilizce değil:p İngiliz var, Rus var, Amerikalı var, Çek var hocalarımın içinde ve maalesef hepsinin ingilizcesi var:p Tahmin edeceğiniz üzere İngiliz aksanı karşısında beynimin bütün imkanlarını zorlasam da şu anda pek bi şey anlamıyorum:( Diğer derslerim gayet iyi gibi:) Çekçe hocamız gayet sevecen görünüyor. Gerçi ne zaman biri için ilk izlenimimden sonra mükemmel falan desem hep tersi çıkıyor (özellikle işyerinde):p


Kaybolmadan Öğrenilmez
6 mart 2011, 22:30, Prag Old Town Church

Bazı günler sadece tek ders oluyor yada hiç olmuyor işte o günlerde kendi kendime kaybolmaca oynuyorum. Şehir merkezine inip( metroyla 5 durak), kendimi bırakıyorum rüzgara. Bu şekilde daha hiç kaybolmadım ama okulun ikinci günü, evime 10 dk yürüme mesafesindeki okulu bulamadım:S O esnada şarkı dinliyordum (ne dinlediğimi hatırlamıyorum ama derin düşüncelere daldırdığına göre sağlam bi parçaydı), şarkı bittiğinde gözlerimdeki perde kalktı ve kaybolduğumu farkettim:) Aslında okulun yönünü iyi kötü tahmin edebiliyordum ama oraya ulaşacak yol yoktu:S böylece ikinci günden okula geç kalarak Türk olduğumu kanıtladım:)


Öğrenci Kartı (Akbil:p) Başvurusu
Bunlar dışında burada kalacağım sürede kullanabileceğim sınırsız toplu taşıma kartı başvurumda hezeyanla sonuçlandı. Çünkü kartı 19-26 yaş arası gençlere veriyorlarmış:p görevli kadının yaptığı hesaplamalara göre ben 27 yaşındaymışım. Sonuç itibariyle alamadım kartı:p Her bindiğim ulaşım aracı için 26 kron (1,8TL) ödüyorum ya da o gün çok gezeceksem 100 kron ( 8tl fln) karşılığı 24 saatlik sınırsız bilet alıyorum. 

1 Mart 2011 Salı

PRAG'da İlk Gün


Almanya’ya giderken yaşadığım heyecan, beklentiler bu sefer yok. Nedense içim buruk. Bi’şeyler yanlış gibi.. Öyle yada böyle çok uğraştım Prag’a gelmek için ve bunları düşünecek vaktim yok. Saatimi 09:00’a kurmuştum ama valizlerimi henüz kapatmadığımdan içim rahat uyuyamadım ve 8 buçukta kalktım. Önceki geceden salonda bir misafirim var: Ömer SİNCER. Genelde sabaha karşı uyuduğu için horul horul uyuyor. Önceki akşamdan kalma bulaşıkları yıkayıp valizlerimi toplarken saat 11:00’e geliyor. Ömer’le kahvaltımızı yapıp taksiyle havaalanına geçiyoruz. Saat 13:00 oluyor. Hemen check-in kuyruğuna giriyoruz. Büyük valizim tıka basa dolu ve bana göre 20kg olan istihkakımın tamamı bu valizde. Bu sebeple tam bir Türk gibi küçük çantamı Ömer’e veriyorum. Eğer büyük valizim 20kg’dan az gelirse, Ömer’den küçük valizimi de alacağım. Kader anı geliyor: Valizim 22kg… Ömer’e kontuardan uzaklaşması için işaret yapıyorum. Elimdeki laptop çantam ve takım elbise kılıfım için “Kabin” etiketi istiyorum. Tam bir sinsi gibi yarım yamalak yapıştırıyorum etiketi:p Kontuardan epey bi uzaklaştıktan sonra, laptop çantamdaki kabin etiketini Ömer’in elindeki tahminen 8-9 kg olan spor çantaya takıyorum:) Bu sırada saat 13:45. Hiç ummadığım bir şekilde Serhan arıyor, abi ben İncirli’deyim, geliyorum diyor. Valla birbirimizden hoşlaşmasakta böyle zamanlarda fazladan bir dost, ekstra burs gibi oluyor. O gelene kadar n’apsak derken, smoking terrace’ı keşfediyoruz

. Tam bir apaçi gibi sigaralarımızı içerken fotoğraflar çekiyoruz:D 
Giderken sahip olduğum ruh halini en iyi anlatan fotoğraf dalında Altın Küre alacak eser:p

Aşağı indikten 10dk sonra Serhan geliyor. Onunla da birer sigara içip aşağı son kez iniyoruz ve vedalaşıyoruz. 

Pasaport kuyruğuna giriyorum. Ben kapıdan geçene kadar gitmiyorlar canlarım:) Bilette 210 yazan kapı duvardaki ekranda 205 olmuş. İyi unutmayım derken kendimi Duty-Free’de buluyorum. Almanya’ya giderken almadığım sigaralarımı koşarak alıp çıkıyorum, kapılar nerede diye bakınırken 215 no’lu kapının önünde olduğumu görüyorum ve o da nesi: Benim uçuşumun kapısı 215 olmuş:) Son kontrolden geçip uçağa geçerken bi bakıyorum uçağa, Boeing 737.. Ufacık uçak:p Oysa sıradayken Boeing 777 geçmişti önümden kocaman:p Bi’de THY’nin uçaklarının isimleri hep Türkiye’deki şehir isimleri (Ankara vs.). Benim uçağımın adı Kadıköy:p Varın siz düşünün küçüklüğünü:p Tam bir Cevat Kelle gibi biniyorum uçağa, elimde iki çanta, Duty Free poşeti, takım elbise kılıfı… 3 kişiye ayrılmış el bagajı alanın komple kapatıyorum. Yerimi alıyorum, uçuş gayet rahat geçiyor hatta THY’nin şahane sıcak yemek servisiyle resmen taçlanıyor:p Prag’da beni karşılayacak olan Lucie’ye Prag saatiyle 16:30 gibi ineceğimi söylemiştim ancak 17:00’de anca iniyor uçak. Pasaport kontolü, valiz alımı derken saat 17:20 oluyor. Erkek arkadaşıyla birlikte beni almaya gelen Lucie kapı açılır açılmaz beni tanıyor ilginç bi şekilde:p Arabalarıyla evime doğru yola çıkarken, ev sahibiyle konuşması için telefonumu Lucie’ye veriyorum. Prag benim düşündüğümden büyük bi’şehir. 10 milyon nüfusu var ve Avrupa şehirleri için iyi bi’rakam. Havaalanı ile evimin arası yaklaşık 40dk. sürüyor. Eve gelirken okulu da gösteriyorlar, yürüyerek 10dk mesafede. Eve ulaşıyoruz, 2 odalı bir ev. Odanın biri ev sahibine ait ama yılda 3 gün falan geliyormuş kendisi. Evin penceleri 2 gün önce değişmiş, bu sebeple her yer toz içinde, anahtarları alıyorum, kontratı imzalıyorum. Lucie ve arkadaşının 19:00’da bulunmaları gereken bi’yer olduğu için beni eve 5dk yürüme mesafesinde olan Lidl markete bırakıyorlar. İki şişe su, iki bira, bi çubuk kraker, üç tane peynirli çörek, bir frambuazlı şeker ve bir paket makarna için 75 kron (3 euro) ödüyorum. Fiyatlar sayısal olarak yüksek olsa da euro yada tl’ye çevirince düzeliyor. Evime gelip yerleri bi güzel temizliyorum, yavaştan yerleşiyorum fakat o da nesi: Yastık ve yorgan yok:S Kaloriferi kökleyip akşam yemeğimi yiyorum. Yerel saat ile 21:47 ama güne TR saatiyle başladığım için 22:47. Yoldan gelen adam yorgun olur deyip ilk günümü sonlandırıyorum. Tanrı beni korusun:)
Panaroma PRAG:))