4 Mayıs 2011 Çarşamba

Euro Trip, 4 Gün, 5 Ülke, Neredeyse 2000km:))

Türkiye’ye geldiğim günlerde çoktan kararını vermiş olduğumuz “EuroTrip” için hazırız:) Kağıt üstünde toplamda 1754km görünse de, şehir içi turları ve kendini bilmez navigasyon sistemi sayesinde bu rakam 2000km’ye yaklaştı. Kısaca güzergahımız: Prag (Çek Cumhuriyeti) à  Bratislava (Slovakya) à Budapeşte (Macaristan) àZagreb(Hırvatistan) àGraz(Avusturya), şeklinde. Seyehattan bir gün önce araba kiralama firmalarının fink attığı havaalanına gidiyoruz. Budget en çarpıcı teklifi sunuyor ancak maalesef ellerinde araba yok:S Kös kös Europcar’a gidiyoruz, biraz pahalı olsa da tekliflerini kabul etmemiz gerektiğine inanıyoruz, ertesi sabah 08:00’de tam o noktada buluşmak üzere ayrılıyoruz. Barhan’a 07:20’de Strasnicka metroda buluşalım diyorum.
İlk Gün 07:30--- Strasnicka Metro İstasyonu àPrag
Barhan’la buluşma yerimizdeyim, 10 dk geçti ancak hala ortada yok. Arayım nerede kaldı derken, daha evden çıkmadığını( hatta telefonumla uyandığını) öğreniyorum, tek başıma havaalanına geçiyorum. Prag’da direkt olarak metro ile havaalanına geçemiyorsunuz, bir noktaya kadar metro, daha sonra 119 yada 100 numaralı otobüsle devam etmeniz gerekiyor. Fatma ile aynı otobüsle olduğumuzu kiralama şirketlerinin konuşlandığı terminal 1’de indiğimde görüyorum. Bilal zaten gelmiş:) Barhan’ı beklerken güzergahı bir daha gözden geçirelim hem kahvaltı da etmiş oluruz diyerek terminal 1’de bir kafede alıyoruz soluğu(Türkiye ve birçok diğer Avrupa ülkesinin aksine, Çek Cumhuriyeti’nde havaalanlarında satılan ürünler normal fiyatlarına çok yakın).
Kahvaltımızı yaptıktan sonra Barhan’la buluşup kiralama ofislerinin bulunduğu yerde alıyoruz soluğu. Europcar’a yanaşıp Hyundai i10 istediğimi söylediğimde, kadın şaşkın bir ifadeyle, kimsenin istemediği bir arabayı neden istediğimi soruyor. Bende öğrenci olduğumuzu ve konfordan daha öncelikli olarak fiyata önem verdiğimizi söylüyorum ve kadının tarihi cevabı gecikmiyor: Polo da aynı fiyata:) Barhan’la aynı anda gözlerimiz parlıyor, i10’a göre daha büyük daha iyi yol tutan bir araba sonuçta. Ekstra şoför ve navigasyon sistemi ilavesiyle 4 buçuk günlük (Cuma sabahından pazartesi akşamına kadar) kiralama bedeli 290 euro olarak çıkıyor. Adam başı yaklaşık 75 euro. Gerekli evrakları doldurup arabamıza doğru yola çıkıyoruz, fakat o da ne? Araba gıcır gıcır daha 2500 km de,  lacivert bir  Polo:) Üstelik 1.2 benzinli, ne yakar ki diye düşünüyoruz.
Kira kontratının adıma yapılmış olmasının gazı mıdır yoksa araba manyağı olmamdan mı kaynaklıdır nedir bilemeyeceğim ama şoför koltuğunda alıyorum soluğu:) Araba ilk çalıştığında Barhan’la göz göze gelmemize sebep olacak kadar gürültülü çalışıyor, yoksa dizel mi diye sevinirken araba normal sesine kavuşuyor maalesef benzinli. İlk günün rotası Brastislava-Slovakya’ya doğru yola çıkıyoruz. Navigasyon sisteminin şahane direktifleri sonucunda, otobana çıkmamız yarım saati buluyor:p Araba beklediğimden daha seri, gayet konforlu, hele i10’u düşününce BMW sürüyormuş gibi hissediyorum kendimi:)


Bratislava- Slovakya (22.4.11)
Yaklaşık 3 saatlik bir yolculuğun ardından Bratislava’dayız. Daha önceden çeşitli dergilerden aldığım bilgilere göre Bratislava için 3 saat yeter diyorum kendi kendime ve haklı çıkıyorum. Sokaklarda, tramvay duraklarında her yerde Çekoslavakya havasını hissetmeniz mümkün. Bratislava’nın ortasından geçen nehir, ticari yolcu gemilerine de ev sahipliği yapıyor. Öyle ki, Bratislava’dan, Avusturya’nın başkenti Viyana’ya gemiyle 1 saat civarında ulaşmanız mümkün. Köprüleri ve Old Town olarak anılan eski şehriyle Bratislava gönlümüzü kısa sürede kazanıyor ancak yola devam etmemiz lazım. Tam bu sırada Bilal, İstanbul’daki birkaç okul arkadaşını arıyor, onlarla buluşup, nehir kenarında, bugüne kadar gördüğüm en güzel alışveriş merkezlerinden birine geçiyoruz. Bir demlik çaya 2.3 euro ödüyorum, mekanın şıklığı ve coğrafi konumu göz önüne alındığında gayet makul bir fiyat. Bilal’in arkadaşlarıyla vedalaşıp Budapeşte’ye doğru yola çıkıyoruz.
Budapeşte-Macaristan (22.4.11)
Budapeşte’ye vardığımızda hava yavaş yavaş kararıyor. Navigasyona Budapeşte merkez olarak girdiğimiz için adresi, arabadan indiğimiz gibi kendimizi merkezde buluyoruz. Hemen ücretsiz kablosuz internet arıyoruz, kalacak yer ayarlamak için, 15 dakikalık bir arayıştan sonra merkezdeki bir alışveriş merkezinde bulunan “Cafe Paris-Budapest”te bedava internete ulaşıp, kalacağımız yerin adresini alıp navigasyona girip yola koyuluyoruz.
Navigasyona göre ulaştığımız hedef metro inşaatından başka bir şey değil:S Avrupa’da bazı hostel’lar illegal mi çalışıyor nedir tabela koymayı pek sevmiyorlar. Bu gerçeği göz öüne alıp, arabayı hedef noktamıza yakın bir yerdeki Türk kebapçısının önüne park ediyoruz. Navigasyonun hedef olarak gösterdiği binanın önüne geldiğimizde A5 boyutlarında bir hostel yazısı görüyoruz. Altında bir telefon var, görevliyi arıyoruz, yaklaşık 7dk içinde Burhan Altıntop çantalı bir adam geliyor, merhaba demeden adam başı 20 euro diyor:S Daha önceden yaptığım araştırmalar maksimum 10 euro olduğu yönünde olduğundan çok pahalı diyoruz adama, siz bilirsiniz deyip çekip gitmeye hazırlanan adamı kolundan yakalıyoruz. Yaklaşık 15 dakikalık tarih kokan bir yürüyüşten sonra Hostel’a varıyoruz. İstanbul’da İstiklal neyse Ankara’da Sakarya Caddesi neyse, kaldığımız hostel o kadar merkezi(İzmir için Kıbrıs Şehitleri diyebiliriz). Hostel’da paramızı ödedikten sonra, bize bir makbuz verip veremeyeceğini soruyorum görevliye, tabi neden olmasın deyip, oradaki faxın içinden bir müsvedde kağıt alıp “ Denis totally paid 80 euro- Janos” yazıp imzalayıp bana veriyor:p
Janos’tan eşsiz makbuzu aldıktan sonra arabayı ve eşyaları almak için Türk Kebapçı’nın olduğu yere gidiyoruz. Arabamızı alıp biraz sorunlu da olsa hostel’a varınca bünyelerin acıktığını fark ediyoruz. Arabamızı hostel’ın önüne park edip en yakındaki Mc Donalds’a saldırıyoruz.
Dönüşe geçerken Budapeşte’nin gece güzelliklerini fotoğraflıyoruz. Kaldığımız hostel’in önünde ki bara geçip birer Dreher( kendi biraları) içiyoruz. Hatta o ara garsona, “araba burada kalabilir mi?” diye soruyoruz. Adamın neden olmasın cevabıyla rahatlayıp, biralarımızı bitirip odamıza geçiyoruz.
Dört kişi, dört yorgun kişi bir odada… Gece boyunca yol tamir makinası sesleriyle (birisi horluyordu ama, sabah sorduğumda kimse kabul etmedi:p) uyuyoruz.
Sabah herkesten önce kalkıp arabanın arka camına “İstanbul Aydın Üniversitesi” etiketi yapıştırmaya iniyorum. Etiketi arka cama içten yapıştırıp bagajı kapattığımda, acı gerçekle yüzleşiyorum: Arabamızı kilitlemişler:S Üstelik oradaki nota göre 2 gün içinde ödenmezse aracın çekileceği ve 6 ay içinde satılabileceği yazıyor. Üstüne üstlük, verdikleri telefondan polise de ulaşamıyorum. Oradaki bir dükkan sahibi bizim yerimize arıyor. Makbuzda yazan tutar, vergileriyle 22.000 forint (yaklaşık 110 euro) yapıyor. Adam başı 30 küsür Euro hazırlıyoruz, o esnada dükkan sahibi erken aradığımız için 14.300 forint (70 euro civarı) ödememiz gerektiğini söylüyor. Tam biz arabanın başında ne yapacağımızı bilmez halde beklerken, bir çift yanaşıyor, İngilizce durumumuzu anlatırken, çiftin erkeği, arabadaki İstanbul Aydın Üniversitesi etiketini görüyor, kim Türk burada deyince, hep beraber BEN TÜRK’üm:p diye haykırıyoruz:) Sonradan adının Aziz olduğunu öğrendiğim arkadaş, normalde bu park cezasından bir şişe içkiyle falan yırtarsın ama şu anda siz yabancısınız buraya o yüzden polis prosedürü uyguluyor diyor. 15 dakikalık bekleyişten sonra ekip geliyor, pasaport dediği anda Barhan pasaportunu veriyor, ceza onun adına kesiliyor:p
Arabamızı kurtarıp biraz da gündüz halini görelim Budapeşte’nin diye çıkıyoruz bilmediğimiz yollarda şehir turuna. Yön duygularımızla gayet başarılı yerleri keşfediyoruz. 2 saat kadar burada vakit geçirdikten sonra Zagreb’e geçme zamanının geldiğine inanıp yola koyuluyoruz. Yolda bir Mc Donalds’ın internet hizmetini kullanmak için durduğumuz sırada, Zagreb’in daha doğrusu Hırvatistan’ın Avrupa Birliği üyesi olmadığı gerçeğiyle ayılıyoruz:p Şükürler olsun Türk vatandaşlarından vize istemiyorlarmış:p Durduğumuz yerden boş bir cd alıp, 4 gün boyunca şarkıların sırasını bile ezberleyeceğimiz 17 şarkılık yol cd’sini yapıyorum.
Zagreb - Hırvatistan (23.4.11)
Barhan kaptan eşliğinde yola koyuluyoruz. Otoyolun çevresinde gerçekten Karadeniz’i aratmayan güzellikte dağ köyleri var. 220 km sonra Hırvatistan sınırındayız. Hayatımızda ilk defa arabayla bir ülkeye girdiğimiz için prosedürü bilmiyoruz. Pasaportları ilk kontrole verip geri aldıktan sonra iş bitti derken daha ikinci vitese takmadan başka bir kontrol polisi durduruyor.  Bu sıralarda ekibimizin kaynanası Bilal’e geçici inme iniyor:p 3 ayrı kontrolden sonra Hırvatistan’dayız. Zagreb merkeze akşam 6 gibi varıyoruz. Kalacak yerimizi daha önceden ayarlamak gibi bi’alışkanlığımız olmadığından, bedava internetini kullanacağımız bir kafeye oturup bi’kaç hostel adresi alıp; o hostel senin, bu hostel benim dolaşıyoruz. Saat 10’a gelirken, henüz bir yer bulamadığımız gerçeği(Paskalya tatili olduğu için bütün hostel lar dolu), bu gidişle bulamayacağımız gerçeğine dönüşürken, sinirler geriliyor, gergin bir sessizlik alıyor grubumuzu. Umutsuz bir şekilde merkezde ki meydana yakın sokakları gezerken, bir restaurant’ın önünde sigara içmeye çıkmış bir kadın görüyorum. Beşinci boyutsal bir olay olarak, kadından bize yardım edebileceği yönünde enerji alıyorum. Millet siz oturun ben hemen geliyorum deyip kadının yanına gidip, durumumuzu anlatıyorum. Kadın, dakika sektirmeden kızını arıyor, internetten bize bir yer bulmasını söylüyor, iki dakika sonra arayan kızı, bulunduğumuz yere 800mt mesafede bir hostel bulduğunu söylüyor. Kadına sarılıp, öpesim geliyor:p Adresi alıp grubun yanına sevinçle dönüyorum. Fatma ve Bilal acıktıklarını dile getiriyor. Barhan’a, “hacı biz gidelim Hostel’a yer varsa bu gençleri de alırız” diyorum. Bilal&Fatma ikilisi akşam yemeklerini yerken biz 10 dakika sonra Hostel’a ulaşıyoruz, inanılmaz ama kalacak yerleri var:) Barhan’la içten içe halay çekiyoruz:p Hemen ekibin diğer kısmını ve arabayı almak üzere geldiğimiz yolu, ayaklarımız popolarımıza vura vura geçiyoruz:)
Ekibin kalanını ve arabamızı alıp Hostel’a yerleşiyoruz… Herkes gereğinden fazla gerildiğinden sessizlik devam ediyor, hatta Bilal uykusunun ilk dördüncü dakikasında horlama başarısı göstererek gönüllerimizde taht kuruyor:p
Ertesi gün gezeceğimiz yerleri araştırıp yatıyoruz. Zagreb, mimari yapısı itibariyle Prag’dan çok farklı bir yer değil. Elimizdeki haritada görünen Janun diye geçen bölgede ki göle ulaşma çabamız, şahane navigasyon sistemimizin de katkılarıyla, Zagreb şehir mezarlığında son buluyor:p Orada bir çiftçiye(tek kelime İngilizce bilmemesine rağmen), Janun’a nasıl gidebileceğimizi soruyoruz, haritadan göstererek. Elimizdeki eşek gibi haritada nerede olduğumuzu bari söylemesini beklerken, haritanın bayağı dışında olduğumuzu gösteren hareketler yapıyor. Yılmıyoruz, çiftçinin oğlunun İngilizcesi sayesinde A3 otoyoluna çıkarsak 20 dakika içinde Janun’da olabileceğimizi öğreniyoruz. Dediğini yapıp otoyola çıkıyoruz. Navigasyona pek güvenmesekte, gideceğimiz adresi de yazmaktan geri kalmıyoruz:p Mesafe 45km olarak görününce önce biraz tırsıyorum, zaten artık ilk günlerdeki refah düzeyinden epey uzağız:p Elimizdeki kaynaklar birer birer tükeniyor:p Bu sebeple arabayı 90km/h hıza sabitleyip bilinçli aile babası şeklinde yola devam ediyoruz. Gerçi 5km sonra bunun sıkıcı olduğuna karar verip, bas gaza aşkım bas gaza şarkısının gerektirdiği şekilde 1.2 Polo’dan beklenmeyen hızlara (190km/h civarı) ulaşıyoruz:p Hedefimize 2km kala otobandan çıkmamız gerektiğini söyleyen GPS, hangi çıkış olduğunu anlamamamız konusundaki başarısını yeniden sahneliyor ve doğru çıkışı kaçırdığımızda, kalan mesafe yeniden 45 km ye çıkıyor. Daha fazla dayanamayıp, arabada oylama yapıyorum ve herkes Graz’a geçme zamanının geldiğini söylüyor. GPS’e Graz-Avusturya “şehir merkezi” konumunu girdiğimizde 250km civarı bi’yolumuz olduğunu görüyoruz. Yaklaşık 40 km sonra otoban parasını ödememiz gereken gişelere geldiğimizde, tarihin en pahalı otoyolunu kullandığımızı fark ediyoruz: 26 euro:S Parayı kendi aramızda 4 dk içinde toparlayıp, yola devam ediyoruz. Henüz daha ilk kilometrenin içindeyken, Barhan aniden “abi cüzdanın nerede senin diyor” :S… Hemen sağa çekip, emniyet şeridinden geri geri yaklaşık 500 metre gidiyoruz, çünkü hepimizin ortak inancı cüzdanı gişede düşürdüğüm yönünde. Arabayı gişelere 300 mt kala bir cebe park edip, deli gücüyle koşuyorum:p Otobanın ortasında manyağın biri koşuyor, pek alışılmış bi’şey olmadığından yanımdan geçen arabaların içindeki insanlar, “what the fuck” dercesine bakıyor:p Gişedeki görevlinin burada cüzdan falan yok cevabıyla orada 20 yıl yaşlanıyorum, arabaya geri dönerken artık koşamıyorum, 50 yaşına yakın bi adamım artık:p Barhan uzaktan buldun mu işareti yapıyor, yok anlamında kollarımı kaldırmamla, arabanın her yerine tekrar bakıyor ben gelene kadar ama sonuç değişmiyor. Cüzdan yok. N’apacağım derken, arabaya ulaştığımda elimi vitesin önündeki boşluğa atmamla mutlu sona ulaşıyorum:p Cüzdanıma kavuşuyorum:)
Graz-Avusturya (24.4.11)
Başımıza geleceklerden habersiz Graz’a doğru yola koyuluyoruz. Yaklaşık olarak 200km’lik kısa bir yolculuk olacak diye düşünmeye başlamışken bizleri şaşırtan bir şekilde Slovenya sınırında alıyoruz soluğu. Slovenya planlarımızda olan bir ülke değildi. Haritayi dikkatle incelemediğim için yanlış yolda mıyız yoksa hissine kapılıyorum:p Sınırdan geçmekte artık expert olduğumuz için, sıramız gelmeden arabadakilerin pasaportlarını topluyorum, sıramız geldiğinde Sloven polis Türkçe “Ehliyet” diyor. Ehliyetimi veriyorum, ancak AB ülkelerinin birinden alınmış bir uluslar arası ehliyet olması gerektiğini, benim ehliyetimin burada geçersiz olduğunu, arabayı kenara park etmemiz gerektiğini söylüyor. O esnada bir önceki otoban girişinde 20 yıl birden yaşlanan vücudumdan “Eşhedü enlaaaa” sesleri yükseliyor. Adamların şakası yok, uzun namlulu silahları var. Tam bir Türk gibi arabayı park edip adamların yanına gittiğimde, arabana dön emriyle kös kös dönüyorum. O esnada arabada hatim indiren Bilal’in bembeyaz suratını görüyorum. Arabadakilere ani hiçbir hareket yapmamalarını ve beklememiz gerektiğini söylüyorum. Yaklaşık 8 dakikalık gergin bir bekleyişten sonra, polis tüm evraklarla yanımıza gelip, normalde 250 euro ceza ödememiz gerektiğini ancak bu seferlik geçebileceğimizi söylüyor( Arifhan Radyo’nun kapanma anı:p). Derin bir soluk alıp wuhuuu Slovenya’dayız derken arabanın benzininin son çeyreğe dayandığını üzülerek fark ediyorum. Zaten bunun dışında AB ülkelerinin hemen hemen hepsinde, her girdiğiniz ülke için arabanızın ön camına bir çipli etiket yapıştırmanız gerekiyor( 7 ile 15 euro arasında değişiyor). Aksi taktirde, 7 euro’dan kaçarken 170 euro ödemeniz an meselesi. Otobanlarda her 2km’de bir bu çipleri okuyan özel kameralar var. Hem çipimizi alalım hem benzin alalım hem de gerilmiş bünyeleri rahatlatalım derken, sınıra en yakın benzinliğe atıyoruz kendimizi. Slovenya(15 euro) ve Avusturya( 8.90 euro) için çiplerimizi aldığımızda bir şeyi fark ediyorum. Avrupa’nın en ucuz benzini Slovenya’da. Litresi 1.2 euro:S Şaka gibi , hemen depoyu dolduruyorum. Kısmen rahatlamış bünyelerin kalbi artık Avusturya için atıyor. Slovenya’daki benzin molamızdan 2 saat sonra Graz’a ulaşıyoruz. Graz’a ulaştığımızda saat 17:00 ve turist enformasyon ofisi halen açık. Hemen kalacak bir yer için tavsiye istiyoruz ve gezimizin en güzel Hostel’ına rezervasyon yaptırıyoruz. Graz’ın en güzel yanlarından biri, şehir içinde hiçbir ulaşım aracına ihtiyacınız yok. Her yer yürüme mesafesinde ve içimdeki Alman sempatisi burada yeniden coşuyor, çok ilginç ama daha önce hiç gelmediğim bu şehir bana evimdeymişim hissi veriyor. JUFA isimli hostel’ımıza kayıt yaptırıp, resepsiyondaki kadına bize önerebileceği bir restoran olup olmadığını soruyorum. Gayet sıcak bir şekilde 10 dk yürüme mesafesinde iki tane “Büyük porsiyonlara sahip” ucuz restoran öneriyor. Ancak Paskalya zamanı olduğunu unutuyor:p Buna bağlı olarak soluğu bir Türk kebapçısında alıyoruz. Uzun süre sonra, Bingöl’lü ustadan yediğimiz lahmacunlar midelerimizi şenlendiriyor. Yemekten sonra hostel’a dönüp, duş alıp film izleyelim, yarın gezeriz şehir diyoruz. Resepsiyondaki kıza gece kaça kadar giriş yapabiliriz diye soruyorum, 1’e kadar diyor, kahvaltı için bi yer önerebilir misiniz dediğimde ödediğiniz paraya açık büfe kahvaltı dahil diyor:) odadakilere bunu anlattığımda kısa süreli bir halay çekiyoruz:p
4 günde 1800 km, günlük 4-5km yürüyüşler, günlük ortalama 5-6 saatlik uykular sonucunda yorgun düşen bünyeler odada kalmaya karar veriyor. Odadayız madem bi film izleyelim diyoruz. Film seçimi neden bilmiyorum ama bana kalıyor ve bende Sarı Mercedes isimli gurbetçi filmini açıyorum:p Filmin yarısına geldiğimizde ekibin yarısının uyuduğunu fark edip, bende yatıyorum.
Odamız normalde 8 kişilik ama biz 4 kişiyiz, biz filmi izlerken Danimarkalı olduklarını tahmin ettiğim 4 kişilik grup odanın diğer yarısına yerleşiyor. Cem Yılmaz’ın dediği gibi, Kapalı Çarşı görmüş adamlar için tilki uykusu gereken zamanlar. Gece uyuduktan sonra, sanki 2 aylık bebeğim varmış gibi her duyduğum seste uyanıyorum( 6 saatlik uykumda 7 kere falan kalktım). Buna bağlı olarak uyandığımda uyuşturucu bağımlısı gibiydim.
Uyandığımda saat 8’di. Uyanır uyanmaz odayı kontrol ediyorum. Barhan yok:S Aha diyorum aldı arabayı gitti:p Arabanın anahtarı çantamda duruyor, odanın anahtarı yastığımın altında; yani kaçmamış:p Pijamayla koşarak yukarı çıkıyorum, kahvaltı salonuna girdiğimde Barhan karşımda göbeğini kaşıyarak, orgazm sigarası içen bir adam keyfinde çayını yudumluyor. Odadakileri kaldırıp hep beraber kahvaltımızı yapıyoruz. Kahvaltı bitimine yakın bir zamanda, yolluk hazırlama fikri hepimizin aklına yatıyor. Çünkü artık gezimizin son saatlerindeyiz ve herkes çoktan sıfırı tüketmiş durumda:p Adam başı ikişer sandviç, ikişer muz alıp, Kunthaus isimli eşsiz mimariye sahip alışveriş merkezi’ne doğru yola çıkıyoruz.
Graz benim bugüne kadar gördüğüm en güzel mimariye ve ulaşım ağına sahip şehirlerden biri( Avusturya haranlığı vol.2:p). Arabamızı Kunthaus’a park edip etrafı koklayarak şehri keşfe çıkıyoruz. Görülmesi gereken tüm tarihi binalar ve ilginç yapılar bir arada, maksimum 3 saatte bitecek şehri maksimum süresinde bitiriyoruz:p Artık dönüş vakti.
12.30 gibi yola çıkıyoruz, GPS’e asres girerken iki seçenek var, “En hızlı rota” yada “En kısa rota”. Paramızın dibine yaklaştığımızdan aile babası damarlarım kabarıyor, “En kısa rota”yı seçiyorum. Toplam mesafe 440km olarak görünüyor. Kafamdaki düşünceye göre Prag’a 17:00 gibi varacağız, hatta herkesi evine bırakacağım:p Ancak en kısa rota sayesinde otoban görmeden, Avusturya Alplerinde heder oluyoruz. Çoğu Avusturyalının bile bilmediği dağ köylerinden geçiyoruz. Yolun bazı kısımlarında asfalt bile yok:p Sadece 10 km lik bir kısımda otobana ulaşıyoruz, orada da Alman mühendisliği ürünü arabamız Polo 1.2’nin sınırlarını zorlayıp 190’a kadar çıkıyorum.
Çek Cumhuriyeti sınırını gösteren tabelayı gördüğümde saat çoktan 16:00 olmuş ve kalan yol 200km civarında. Brno(Çek Cumhuriyeti’nde Avusturya sınırına en yakın şehir) civarına geldiğimizde benzin almak için durunca arabayı Barhan’a veriyorum, dağ köyleri beni çok yormuş:p Prag’a 80 km kala, yol tıkanıyor, İstanbul’un iş çıkış saatini aratmayan bir yoğunluğa bürünüyor:( Paskalya dönüşü olduğu için yollar felaket. Bu arada saat 17:30. Arabayı 19:00’da teslim etmemiz gerekiyor. Kiralama şirketini arayıp, elimizde olmayan sebeplerden dolayı geç kalacağımızı söylüyorum.
Kiralama ofisine 15km kala, saat 19:30 oluyor, depoyu dolu aldığımızdan yeniden dolduruyoruz; 4 gündür yıkanmayan arabamızı hızlı yıkamaya sokuyoruz, bu arada arabadan 2 büyük poşet çöp çıkıyor:p Arabayı teslim ettiğimizde saat 19:55 oluyor.
Yorgun, evlerini özlemiş ama kazasız, belasız ulaşmış olmanın gururu içinde havaalanında birer bira içip evlerimize dağılıyoruz.
Mayıs ayındaki sınavlar ve sunumlardan sonra, Haziran ortası gibi İtalya turu yapmak için sözleşiyoruz:)


Hesaplanmamış Harcamalar,
Park Cezası(Budapeşte): 75 Euro
Arabanın Benzinli Olması Sonucu Ekstra Bir depo Yakıt: 60 Euro
Girdiğimiz Ülkelerin Araç Etiketleri: 7+7+15+9= 38 Euro (Hırvatistan için para ödemedik).